CENUP YILDIZI

Jules Verne




XI


Jacobus Vandergaart’ın avdeti haberi derhal ortalığa yayılmıştı. Bir sürü ziyaretçi kalabalığı, harikayı görmek için çiftliğe akın halinde geliyorlardı. Elmasa Mis Watkins’in sahip olduğu öğreniliyor ve tabiat eseri olmayıp doğrudan doğruya insan tarafından yapılmış olan bu elmas, herkesin merakını çekiyordu.

Şunu da not halinde söyliyelim ki, bahis mevzuu olan elmasın sun’î menşei hakkında henüz kimseye bir şey sezdirilmemişti. Zaten bu meselenin ortaya henüz yayılmamış olması, kendilerini mutlak ve anî bir felâkete sürükliyebilecek olan bir sırrı ifşa etmek istemiyen bir kısım madencilerin tedbirli hareket etmesinden ileri geliyordu. Diğer taraftan Cyprien, işini tesadüfe bırakmak istemediği için, bu hususta henüz bir şey söylememiş, muvaffakiyetini ikinci bir deneme ile kontrol etmeden önce, Cenup Yıldızı’na ait olan muhtırasını göndermemeğe karar vermişti. İlk defa olarak yaptığı bir işi, ikinci defa yapabileceğinden emin olmak istiyordu.

Halkın merakı son dereceyi buluyor ve John Watkins, bu merakı tatmin etmek için herkese kapısını açmak zorunda kalıyordu. Şöminenin üzerindeki ayna önüne koymuş olduğu küçük bir mermer sütunun üzerine Cenup Yıldızı’nı yerleştiriyor; hemen her gün, koltuğuna kurularak, misli bulunmaz mücevhere nezaret ediyor ve onu halkın seyrine arz ediyordu.

James Hilton, böyle bir hareketin ne kadar büyük bir tedbirsizlik olduğunu ilk ikaz eden kimse olmuştu. Mister Watkins, bu kadar büyük bir değerde olan bir taşı halkın nazarlarına arzetmekle kendini çatısı altında büyük bir tehlikeye sokmuyor mu idi? Hilton’un düşüncesine göre, Kimberley’den hususî polis istemek mutlaka lâzımdı.

Mister Watkins, misafirinin bu haklı tavsiyesini yerine getirmekte istical göstererek, atlı bir polis müfrezesi istedi ve gelen beş adam, çiftlik müştemilâtından olan binalara yerleştirildi.
büyük boyut için tıklayın

Meraklılar kalabalığı günden güne artıyor ve müteakip günlerde, Cenup Yıldızı’nın şöhreti, mıntaka hudutları dışına çıkarak, en uzak şehirlere kadar yayılıyordu. Müstemleke gazeteleri, elmasın büyüklüğü, şekli, rengi ve parlaklığı hakkında uzun makaleler neşrediyorlar; Durban telgraf hattı, Zanzibar ve Aden yolu ile evvelâ Avrupa ve Asya’ya, sonra, şimalî ve cenubî Amerika ile Okyanusya’ya elmas hakkında malûmat naklediyordu. Muhteşem elmasın portresini çekmek üzere bir sürü fotoğrafçılar çiftliğe geliyorlardı. Bu meyanda, bir sürü sözler, dedikodular cereyan ediyor; bazı kimseler bu siyah elması uğurlu bir taş telâkki etmiyorlardı. Cenup Yıldızı hakkında bazı iftiralar ağızdan ağıza dolaşıyor; bütün bu haller John Watkins’i hiddete getiriyordu. Bu adamların taşın kıymetini düşürdüklerini zanneden Mister Watkins, bütün fena sözleri şahsına karşı bir hakaret gibi telâkki ediyor; müstemleke valisinden en küçük memura kadar kıymetli taşını görmeğe gelen kimselerden sonra, bu dedikodulara mâni olmak için; aziz elması şerefine olmak üzere, muhteşem bir ziyafet veriyor; bu ziyafette mükemmel yemekler yeniyor, fıçılarla biralar içiliyordu. Seksen kişiden fazla bir davetliyi almış olan sofralardan birinin ucunda ve babasının karşısında bulunan Alice, davetlilere tatlı tatlı gülümserken, biraz üzgün gibi görünüyordu. Bu üzüntünün de sebebini anlamak gayet kolaydı; çünkü ziyafet sofrasında ne Cyprien Méré, ne de Jacobus Vandergaart bulunuyordu.

Genç mühendis, Friedellerin, Pantalaccilerin muhitinden mümkün olduğu kadar daima çekinmişti. Keşfinden sonra, bu adamların kendisine nasıl kızdıklarım ve nasıl niyet beslediklerini biliyordu. Bu itibarla, böyle bir ziyafette bulunmaktan çekinmişti. Jacobus Vandergaart’a gelince, John Watkins, barışmak için, fiilî teşebbüslerde bulunmuş ve bunun için araya bazı kimseler sokmuş ise de, ihtiyar adam bütün bu teklifleri vakarla reddetmişti.

Ziyafet sona ermek üzere idi. Her şey tam bir intizamla cereyan etmiş ise de, buna Mis Watkins’in huzuru sebep olmuştu.

Mister Watkins, bir aralık, ayağa kalkarak, iki elinin baş parmağiyle sofranın kenarına dayanıyor ve herkeste bir sükût hâsıl olduktan sonra, fazla ihtizaz yapan bir sesle nutkuna başlıyordu.

Nutkunda, o günün madencilik hayatında büyük bir gün olarak kalacağını, gençliğinde görmüş olduğu bir sürü tecrübeleri geçirdikten sonra, dünyanın en büyük elmasını kutlamak için toplanmış olan seksen kadar arkadaş arasında bulunmasının, unutulması imkânsız sevinçlerden biri olduğunu, arkadaşları için bu elmastan daha büyüğünü bulmalarını temenni ettiğini söyliyerek nihayet Cenup Yıldızı’nın evvelâ Cap’a, ondan sonra İngiltere’ye seyahat edeceğini, şa’şaasını her tarafa saçacağını ilâve ediyor ve elmas piyasasının yüksek fiatla kapanmasiyle bu fiatların Griqualand için hayırlı olmasını temenni maksadiyle arkadaşlarını, misafirlerini içkiye davet ediyordu.

Thomas Steel:

— Fakat, bu kıymetteki bir taşın Cap’a gönderilmesinde bir tehlike olamaz mı? diye sordu.

Mister Watkins cevap verdi:

— İyice muhafaza edilecektir. Elmasla beraber, bir de muhafız müfrezesi gidecektir. Nitekim, bu şartlar dahilinde bir sürü elmaslar seyahat etmiş ve gidecekleri yerlere varmışlardır!

Alice;

— Hattâ Mösyö Durieux de Sancy’nin elması bile gitmiştir... dedi. Uşağının fedakârlığı sayesinde...

James Hilton sordu:

— Bu adamın başına bir hâdise mi gelmiştir?

Alice ricaya vakit bırakmadan:

— Hikâye şudur, diye söze başladı. Mösyö de Sancy, üçüncü Henri’nin sarayından bir Fransız asili idi. Meşhur bir elmasın sahibi bulunuyordu, ki, bu elmasa hâlâ onun ismi verilmektedir. Şunu söyliyeyim ki, bu elmasın bir sürü maceraları vardır. Bidayette Charles-le-Témeraire’e ait bulunuyordu. Nancy surları dibinde ölü olarak bulunan bu adam, elması üzerinde taşıyordu. Bir İsviçre askeri, bu taşı Dük de Bourgogne’un kadavrası üzerinde buldu ve onu bir florine fakir bir papaza sattı. Papaz da beş, altı florine bir Yahudiye devretti. Taşın Mösyö de Sancy elinde bulunduğu sıralarda, kral hazinesi büyük bir sıkıntıda bulunuyordu. Mösyö de Sancy, krala avans temin etmek maksadiyle, elmasını rehin koymağa razı oldu. Parayı ödünç olarak verecek kimse Metz’de bulunuyordu. Mücevherin oraya götürülmesi işi bir hizmetkâra tevdi edildi. Mösyö de Sancy’ye: «Bu adamın Almanya’ya kaçmasından korkmuyor musunuz?» diyorlar ve o da: «Kendisinden eminim!» cevabını veriyordu.

Bu teminata rağmen, ne adam ne de elmas Metz’e varmadı. Saray, Mösyö de Sancy ile bir hayli alay etti. Halbuki Mösyö de Sancy: «Ben uşağımdan eminim; onu her halde öldürdüler!» diye tekrarlayıp duruyordu. Hakikaten, yapılan araştırma neticesinde, bir yoldaki çukurda kadavrasını buldular.

Mösyö de Sancy: «Karnını açınız, dedi. Elmasın her halde midesinde olması lâzım!»

Dediği gibi yaptılar ve iddianın doğru olduğu anlaşıldı. Tarihte ismi bile zikrolunmıyan bu mütevazı kahraman, yaşlı bir vakanüvisin dediği gibi, «Hareketinin parlaklığı ile taşımakta olduğu mücevherin parlaklığını silerek» vazife ve namusa ölümünde bile sadık kalmıştı.

Alice hikâyesini bitirirken ilâve etti:

— Cenup Yıldızı’nın da seyahati esnasında, icap ettiği vakit, böyle bir fedakârlık düşüncesini aşılaması beni hayrete düşürmez!

Mis Watkins’in bu sözleri hep birden alkışlandı; seksen kol, kadehleri havaya kaldırdı ve bütün gözler, misli bulunmaz taşın durduğu şömine üstüne doğru çevrildi.

Cenup Yıldızı, az evvel, John Watkins’in arkasında olmak üzere, pırıl pırıl parladığı kaide üzerinde artık bulunmuyor, yerinde yeller esiyordu!

Seksen adamın yüzünde o kadar bariz bir şaşkınlık vardı ki, ev sahibi, bunun sebebini anlamak için derhal geri döndü.

Mister Watkins, vaziyeti görünce, yıldırım çarpmış gibi koltuğu içinde bir külçe gibi kaldı, yerinden kıpırdayamadı, bayıldı.

Etrafında koşuşmalar oldu, kıravatı çözüldü, başına su döküldü. Nihayet güç hal ile kendine geldi.

Müthiş bir sesle gürledi:

— Elmas!... Elması kim aldı?

Polis müfrezesi baş memuru, salonun çıkılacak yerlerini kapatarak:

— Dışarı kimse çıkamaz! diye bildirdi.

Bütün davetliler şaşkınlıkla biribirlerinin yüzlerine bakıyorlar ve düşüncelerini kısık sesle yine biribirlerine bildiriyorlardı. İçlerinden ekserisi, beş dakika önce elması gördüklerini söylüyorlardı. Fakat hakikatin bütün çıplaklığını kabul etmek lâzım geliyordu: Elmas kaybolmuştu.

Thomas Steel, her zamanki açık düşüncesiyle:

— Burada bulunan herkesin dışarı çıkmadan evvel üstünün araştırılmasına müsaade etmesini istiyorum! diye teklifte bulundu.

Bütün davetliler, hep bir sesle:

— Evet!... Evet!... Pek tabiî!... diye cevap verdiler.

Bu vaziyet, John Watkins’te bir ümit ışığının belirmesine sebep oldu.

Polis memuru, bütün davetlileri salonda sıraya dizdi ve bizzat araştırma işine başladı. Herkesin ceplerini tersine çeviriyor, ayakkaplarını çıkartıyor, elbiselerini yokluyordu. Sonra, adamlarından her birinin üzerinde ayni tarzda muayene yapıyordu.

Bütün bu sıkı muayeneler, hiç bir netice vermiyordu.

Salonun her bir köşesi, inceden inceye gayet dikkatli bir araştırma yapılmak suretiyle gözden geçiriliyor; elmasın izine yine tesadüf olunmuyordu.

Polis memuru:

— Hizmet gören zenciler kaldı! dedi.

Herkes:

— Evet!... Bunu yapan zencilerdir! diye cevap verdiler. Hırsız oldukları için bu işi onlar yapmışlardır!

Zavallı adamlar, John Watkins’in nutka başlalamasından az evvel dışarı çıkarak, kendilerine artık lüzum kalmadığı cihetle, açık havada bir ateş yakmışlar ve bu ateşin etrafında toplanarak eğlenmeğe başlamışlardı. Üzerlerinin araştırılması dolayısiyle, evvelâ şaşırmışlar; sonra, yüksek kıymetteki elmasın çalınmış olduğunu öğrenmişlerdi.

Fakat, bu araştırmalar da diğerleri gibi bir fayda temin etmemiş, netice vermemişti.

Davetlilerden biri, çok yerinde bir mülâhaza ile:

— Eğer hırsız şu zencilerin arasında ise, — ki olması lâzım — çaldığını emin bir yere saklamış olması icap eder, dedi.

Polis memuru:

— Muhakkak, diye cevap verdi. Hırsızı meydana çıkarmak için ancak bir çare olabilir ki, o da, hırsızın ırkından olan bir kâhine müracaat etmektir. Bu çare ekseriya muvaffakiyet temin eder.

Arkadaşlariyle beraber bulunan Matakit:

— Müsaade ederseniz, tecrübeyi ben yapabilirim, dedi.

Bu teklif hemen kabul edildi ve davetliler zencilerin etrafında sıralandılar. Kâhin rolüne alışmış olan Matakit, tahkikatına başlamak üzere tertibat aldı.

Evvelâ, yanından hiç ayırmadığı bir tabaka içindeki enfiyeden iki, üç tutam alarak burnuna çekmekle işe başladı.

Bu başlangıç ameliyesinden sonra:

— Şimdi, değnek tecrübesiyle işe başlıyorum, dedi.

Civardaki bir koruda yirmi kadar sopa aramağa gitti; bunları yirmi beş santim olmak üzere biribirine müsavi uzunlukta kesti ve zencilere dağıttı, bir tanesini de kendine alakoydu.

Gayet ciddî bir eda ile arkadaşlarına:

— Bir çeyrek saat kadar istediğiniz yere gidebilirsiniz, dedi. Ancak tam-tam sesini duyduğunuz vakit döneceksiniz! Eğer hırsız içinizde ise, değneği üç parmak kadar uzamış olacaktır!

Zenciler, bu küçük nutuktan bariz bir halde mütehassis olarak Griqualand’daki adalet usullerinin nelerden ibaret olduğunu, yakalandıkları takdirde, kendilerini müdafaaya bile vakit kalmadan nasıl çabucak asılacaklarını çok iyi bilerek dağıldılar.

Bu mizansenin bütün teferruatını alâka ile takip etmiş olan davetlilere gelince, onlar da bir tarafa çekildiler.

İçlerinden biri:

— Eğer hırsız, bu adamların arasında bulunuyorsa, geri dönmiyecektir! diye mütalâa yürüttü.

Diğeri cevap verdi:

— İyi ya, hırsızın kim olduğu anlaşılır!

— İçlerinden biri, yani hırsız, değneğinin büyümesinden korktuğu için değneğini üç parmak kadar kesmekle iktifa edecektir!

— Kâhinin de düşündüğü ihtimal ki budur. Bu tedbirsiz hareket suçluyu meydana çıkarmağa kâfi gelecektir.

Aradan on beş dakika geçti; Matakit, tam-tama sür’atle vurarak zencileri çağırdı.

Hepsi döndüler, Matakit’in karşısına dizildiler ve değneklerini uzattılar.

Matakit, değneklerin hepsini alarak bir araya getirdi, ölçtü ve hepsinin bir boyda olduğunu gördü. Irktaşlarının hırsızlık işiyle bir alâkaları olmadığını, onların namuslu insanlar olduklarını ilân etmek üzere iken, kendi değneğini diğer değneklerle ölçmek istedi.

Diğer bütün değnekler onun değneğinden üç parmak kadar kısa idiler!

Zavallı zenciler, batıl itikatları dolayısiyle, her hangi bir uzama vaziyetine karşı tedbirli hareket etmek üzere değneklerini kesmişlerdi. Bu vaziyet, onların tamamen masum olmadıklarını gösteriyordu ve hiç şüphesiz ki, hepsi de bütün gün zarfında az çok elmas çalmışlardı.

Bu hiç beklenilmedik netice karşısında herkesi bir gülmedir aldı. Matakit, gözlerini yere doğru indirerek, mahcubiyetinden ne söyliyeceğini bilemiyordu.

Polis memuru, ümitsizlik içinde koltuğuna çökmüş olan John Watkins’i selâmlıyarak:

— Artık elimizden başka bir şey gelmez, bayım! dedi. Yarın, hırsızın izini bulacak olan kimseye kuvvetli bir mükâfat vaadetmek suretiyle belki daha iyi netice alabiliriz!

Annibal Pantalacci:

— Hırsızı arıyoruz! diye haykırdı. Irktaşlarını muhakeme etmeği kabullenmiş olan şu adam üzerinde ne diye durmıyoruz?

Polis memuru:

— Ne demek istiyorsunuz? diye sordu.

— Fakat... Bu Matakit, kâhin rolü oynayarak, şüpheleri üzerinden atmağı düşünmüş olamaz mı?

Bu esnada, dikkat edildiği takdirde, Matakit’in acaip bir şekilde yüzünü buruşturduğu, salonu çabucak terkettiği ve kulübesinin bulunduğu tarafa doğru gittiği görülebilirdi.

Napolili:

— Evet! diye devam etti. Yemek esnasında o da arkadaşlariyle beraberdi!... Hilekâr ve kurnaz bir herife benziyor, Mösyö Méré’nin bu adama neden fazla bağlı olduğu bilinemez!

Cyprien’in uşağını müdafaaya hazır bir vaziyette olan Mis Watkins:

— Matakit namuslu bir çocuktur, ben bunu temin edebilirim! diye bağırdı.

John Watkins:

—  Ne biliyorsun? diye sordu. Cenup Yıldızı’nı aşırmağa pekâlâ kabiliyetlidir!

Polis memuru:
büyük boyut için tıklayın

— Uzakta olamaz! dedi. Birkaç saniye içinde onun üstünü ararız! Eğer elmas üzerinde bulunursa, elmasın kırat miktarı kadar sopa yer ve bu kadar sopayı yedikten sonra ölmez ise, dört yüz otuz ikinci sopadan sonra asılır!

Mis Watkins, korkudan tir tir titriyordu. Bütün bu yarı vahşi insanlar, polisin menfur fikrini alkışlıyorlardı. Bütün bu vicdansız ve merhametsiz olan kaba mahlûkları tutmak nasıl kabil olurdu?

Birkaç saniye sonra, Mister Watkins ile misafirleri, Matakit’in kulübesi önünde idiler. Kapı kırılarak açılmıştı.

Matakit içeride yoktu.

Bütün gece beklenmiş, fakat Matakit görünmemişti.

Ertesi sabah, yine dönmediği için, Vandergaart-Kopje’den gittiğini kabul etmek lâzım gelmişti.

önceki bölümiçindekilersonraki bölüm