CENUP YILDIZI

Jules Verne




XIX


Cyprien, ertesi günün sabahı, uykudan kalktığı vakit, karşısında Templar’ı gördü. Bu karşılaşma çok candan oldu. Süvari, yol arkadaşını tekrar bulmakla nasıl haz duyuyorsa, hayvanda da hemen hemen ayni hazzın mevcudiyeti seziliyordu.

Cyprien, sabah kahvaltısını yaptıktan sonra, eğerin üzerine oturmak ve derhal hareket etmek için kendini oldukça zinde hissetti. Pharamond Barthès bütün bagajları Templar’ın sağrısına yerleştirdi, hayvanı yularından tuttu ve Tonaia’nın baş şehrine gidilmek üzere yola çıkıldı.

Yolda giderlerken, Cyprien, Griqualand’tan hareketindenberi, seferî heyetin başına gelen hâdiseleri, daha teferruatlı olmak üzere, dostuna anlatmağa başladı. Matakit’in, son defa olarak, ortadan kayboluşu hâdisesine gelince, Pharamond Barthès güldü.

— Tuhaf şey! dedi. Hırsızla elmas hakkında sana haber verebileceğimi zannediyorum.

Hayrette kalan Cyprien:

— Ne demek istiyorsun? diye sordu.

— Demek istediğim şudur ki, benim Basutolar, bundan yirmi dört saat önce, bu havalide başı boş vaziyette dolaşan bir genç zenci buldular ve bu zenciyi, elleri, ayakları bağlı olarak dostum Tonaia’ya teslim ettiler. Öyle zannediyorum ki, dostum, bu genç zencinin işini bitirecekti; çünkü casuslardan pek korkmaktadır. Genç zencinin de bir düşman ırka mensup olması dolayısiyle, onu casuslukla suçlandıracağı muhakkaktı! Fakat, şimdiye kadar hayatını bağışladı! Bereket versin ki, zavallı zenci, bir takım kurnazlıklar yaptı ve kendisinin bir kâhin olduğunu iddia etti...

Cyprien yüksek sesle:

— Ben bu zencinin Matakit olmasından şüphe etmiyorum! dedi.

Avcı cevap verdi:

— O halde, bu işten ucuz kurtuldu, demektir! Çünkü, Tonaia, düşmanlarına tatbik edilmek üzere çok değişik ve akla hayale gelmedik işkenceler icat eder! Tekrar edeyim ki, artık eski hizmetkârın için bir endişeye düşmene lüzum yoktur! Kâhin olması dolayısiyle muhafaza altındadır ve kendisini bu akşam sıhhat ve afiyette olarak bulacağız!

Akşam üzeri, Tonaia’nın baş şehri şimal ufkundaki dalgalı bir arazi üzerinde ve yarı anfiteatr şekliyle göründü. Burası, düzgün yolları ve biçimli evleriyle on bin ile on beş bin arasında nüfusu olan hakikî bir şehirdi. Dört bir tarafı yüksek çitlerle çevrili ve mızraklarla silâhlı zenci muharipler tarafından muhafaza altında bulunan kral sarayı, beldenin umumî satıh mesahasının dörtte birini işgal ediyordu.

Pharamond Barthès’in saraya yaklaşmasiyle, bütün manialar açıldı. Avcı, Cyprien ile beraber yürüyerek, merasim salonuna girdi. Salonda bir hayli kalabalık vardı.

Tonaia, kırk yaşlarında görünüyordu. Hem uzun boylu ve hem de güçlü, kuvvetli bir adamdı. Başında yaban domuzu dişlerinden bir nevi taç bulunuyor; üzerindeki kostümü ise, kırmızı renkte kolsuz bir tünikden ve ayni renkte olmak üzere boncuklarla gayet zengin surette işlenmiş bir göğüslükten teşekkül ediyordu. Kollarında ve bacaklarında bir sürü bakır bilezikler taşıyor; çehresi zeki ve ince görünüyorsa da, yine bu çehrede bir haşinlik olduğu seziliyordu.

Kral, Pharamond Barthès’i, birkaç gündenberı görmemiş olduğu bu dostunu, çok samimî şekilde karşıladı. Sadık dostunun arkadaşı olmak dolayısiyle, Cyprien’e de aynı nezaketi gösterdi.

— Dostlarımızın dostları bizim de dostlarımızdır, dedi.

Tonaia, yeni misafirinin rahatsız olduğunu öğrenince, sarayının en mükemmel odalarından birini bu yeni misafire tahsis ettirdi ve güzel bir yemek hazırlattı.

Pharamond Barthès’in düşüncesine göre, ertesi güne bırakılması kararlaştırılan Matakit meselesine hemen temas edilmedi.

Cyprien, ertesi gün, sıhhati yerine gelmekle kralın huzuruna çıkabilecek bir halde idi. Kralın bütün maiyeti, sarayın büyük salonunda toplanmıştı. Tonaia ile iki misafiri kalabalığın ortasında bulunuyorlardı. Pharamond Barthès, oldukça iyi bildiği memleket diliyle konuşarak esas meseleye yanaştı.

Krala:

— Basutolarım son günlerde genç bir zenciyi getirmişler, dedi. Bu genç zenci, yüksek bir âlim olan arkadaşımın hizmetkârıdır. Arkadaşım, bu adamın kendisine iade edilmesini ricaya gelmiştir.

Tonaia, bu sözleri dinledikten sonra bir diplomat tavrı takınmak zorunda olduğunu sanarak:

— Büyük beyaz âlim, safa geldiler! diye cevap verdi. Fakat esirimin serbest bırakılmasına mukabil acaba ne veriyorlar?

Pharamond Barthes:

— Mükemmel bir tüfek, on kere on fişek ve bir kese boncuk, dedi.

Bu hediyenin ihtişamından dolayı pek derin surette mütehassis olan kalabalık arasında Sbir fısıltı başladı. Diplomatlığı elden bırakmıyan Tonaia, bu teklif karşısında öyle hemen gözleri kamaşmış gibi görünmedi.

Kral sandalyesi üzerinden doğrularak:

— Tonaia, büyük bir prenstir, dedi. Tanrılar onu korur! Bundan bir ay evvel, ona Pharamond Barthès ile cesur muharipler ve düşmanlarını mağlûp etmeğe yarıyacak tüfekler gönderdiler! Pharamond Barthès burada olduktan sonra bu hizmetkârın sağ ve salim olarak efendisine iade edilmesinin icabına bakılacaktır.

Avcı sordu:

— Şu esnada nerededir?

Tonaia, hükümdarların en kudretlisine yakışan bir eda ile:

— Mukaddes mağara içinde, dedi. Gece gündüz orada muhafaza edilmektedir.

Pharamond Barthès, bu cevapları çabucak Cyprien’e tercüme etti ve esiri görmek için arkadaşiyle birlikte o mukaddes mağaraya gitmelerine müsaade edilmesini kraldan istedi.

Bu sözler üzerine, kalabalık arasında bir hoşnutsuzluk mırıltısı başladı. Avrupalıların isteği pek yersiz gibi görünüyordu. Çünkü, her ne olursa olsun, bir yabancı, bu esrarlı mağaraya katiyen kabui edilemezdi ve o ana kadar da hiç bir vakit kabul edilmiş değildi. Memleket dahilinde gayet saygı ile riayet edilen bir an’ane vardı. Bu an’aneye göre, beyazların mağara sırrını öğrendikleri gün, Tonaia imparatorluğu altüst olacaktı.

Fakat kral, kendi hükümlerinden hiç birine saray halkını karıştırmağı sevmiyordu. Bununla beraber, maiyeti arasındaki bu fısıltı, umumî hissiyatın böyle bir vaziyete tahammülü olmadığını açıkça anlatıyordu.

Kral, herkesi susturan vakur bir eda ile:

— Tonaia, müttefiki olan Pharamond Barthès’le kan kardeşi olmuştur. Artık ondan saklıyacak bir şeyi yoktur! Sen ve dostun, yemin tutmasını bilir misiniz?

Pharamond Barthes, bir tasdik işareti yaptı.

Zenci kral devam etti:

— Bu mağarada göreceğiniz şeylere katiyen dokunmıyacağınıza yemin ediniz!... Mağaradan dışarı çıktığınız vakit, sanki hiç bir şey görmemiş gibi, hareket edeceğinize yemin ediniz!... İçeri tekrar girme çaresi aramıyacağınıza ve mağaranın kapısını öğrenmek istemiyeceğinize yemin ediniz!... Nihayet, gördüğünüzü hiç kimseye söylemiyeceğinize yemin ediniz!

Pharamond Barthès ile Cyprien, ellerini uzatarak, kendilerine teklif edilen yeminin formülünü kelime kelime tekrarladılar.

Bunun üzerine Tonaia, kısık bir sesle bazı emirler verdi; bütün bendeler ayağa kalktılar ve muharipler iki sıra halinde dizildiler. Birkaç hizmetkâr, iki yabancının gözlerini bağlamak için ince bezler getirdiler. Kral, iki yabancının ortasında olmak üzere, on iki kadar zencinin omuzlarında taşıdıkları hasırdan bir tahterevana kuruldu ve alay hareket etti.

Seyahat oldukça uzun sürdü; yürüyüş, en aşağı iki saat kadar devam etti. Pharamond Barthès ile Cyprien, tahterevanın sarsıntı vaziyetini tetkik ederek, dağlık bir araziden götürüldüklerini çabucak anladılar.

Havada bir serinlik ve alayın yürüyüşünden hâsıl olan ayak seslerinin akisleri, yer altında bir yere girildiğini ihsas etti. Nihayet, iki arkadaşın burnuna gelen reçine kokuları, alaya yol göstermek için meşalelerin yakılmış olduğunu anlattı.

Yürüyüş, bir çeyrek saat kadar daha sürdü ve tahterevan yere konuldu. Tonaia, misafirlerini indirdi ve gözlerdeki bağların çıkarılması için emir verdi.

Pharamond Barthès ile Cyprien, görme fonksiyonlarının uzun bir müddet âtıl kalmasından sonra, ışıkla karşılaşınca, birdenbire kamaşan gözlerini kapadılar. Hiç umulmadık ve aynı zamanda muhteşem bir manzara karşısında imişler gibi bir hisse düştüler.

Her ikisi de, şimdi, geniş bir mağaranın ortasında bulunuyorlardı. Toprak zemini, altın gibi ince bir kumla döşeli idi. Mağaranın büyük bir gotik kilisesinden daha yüksek olan kubbesi, gözün alamıyacağı kadar uçsuz, bucaksız derinlikler içinde kayboluyordu. Cidarlar, şimal fecri gibi acaip şekiller arzediyor; bir sürü kristallerden hâsıl olan muhtelif renkler, gözleri alıyordu. Bu kristaller, diğer mağaraların ekserisinde olduğu gibi, biribirine çok benziyen basit kuvars taşları değildi. Tabiat, maden servetleri bakmandan, buraya, bütün renklerin imtizacını temin ederek, bambaşka bir hususiyet vermişti.

Ametistden kayalar, akikden duvarlar, yakuttan bangizler, zümrütten iğneler, çam ormanları gibi derin ve ince gök yakut sütunları, açık zümrütten aysbergler, firuzeden fıskiyeler, opalden aynalar gibi en kıymetli, en nadir, en berrak, en parlak çeşitlerini arzeden bütün bu kristal âlemi, dikkate şayan bir mimarinin materyelini teşkil ediyorlardı. Her taraftan ışıklar aksediyor; bütün manzara, insan gözlerini kamaştıracak kadar harikulade bir renk ve ziya senfonisi husule getiriyordu.

Cyprien Méré, şimdi artık şüphe etmiyordu. Hasis tabiatin insanoğlundan esirgediği o kıymetli kristal taşların blok halinde bulunduğu esrarlı hazinelerden biri içine getirilmiş oluyor; bir an, gözleri karşısındaki hakikatten şüphe ediyor; fakat, parmağında taşıdığı yüzüğü, bu iri kristal bloklarına sürtüp mukavemetinden emin olduktan sonra, her şeyi anlıyordu. Bu geniş mağara, elmas, yakut, zümrüt gibi taşları aklın kabul edemiyeceği kütleler halinde ihtiva ediyordu ki, insanoğlunun bu maden cevherlerine biçeceği kıymet, hiç bir hesaba sığamazdı!

Acaba Tonaia, emri altında bulunan bu muazzam servetin kıymetini biliyor mu idi? Bu biraz şüpheli idi; çünkü Pharamond Barthès ile görüşmelerinde, avcının bu hususa temas etmesi sırasında, bu güzel kristallerin kıymetli taş olduklarını bildiğine dair hiç bir şey ihsas etmemişti. Zenci kral, hiç şüphesiz, merak uyandırıcı bir mağaranın sadece bekçiliğini yaptığına inanıyor ve bu mağaranın esrarını teslime mâni olan an’aneye tamamen sadakat göstermekle vazifesini yapmış oluyordu.

Cyprien, bu muazzam mağaranın bazı köşelerinde, yer yer yığılmış bir sürü insan kemikleri görüyordu. Acaba burası, kabilenin mezarlığı mı idi? Yoksa burada, insan kanı akıtmak suretiyle, bazı çirkin âyinler mi yapılıyor ve insan eti mi yeniyordu?

Bu son mülâhazaya mütemayil olan Pharamond Barthès, bunun böyle olması ihtimalini arkadaşına kısık bir sesle söyliyerek:

— Tonaia, tahta çıktığındanberi, bu gibi merasimlere asla müsaade etmediğini bana söyledi! diye ilâve etti. Fakat, itiraf edeyim ki, bu kemiklerin manzarası itimadımı sarsıyor gibi!

Pharamond Barthès, bu sözleri söylerken, son zamanlarda teşekkül etmiş gibi görünen iri bir yığını gösteriyor ve bu yığının üzerinde pişirme ameliyesini açıkça anlatan emâreler görülüyordu.

Kral ile iki misafiri, mağaranın iç kısmına doğru gelmişler ve bir oyuğun methalinde durmuşlardı. Bu methali kapayan bir parmaklığın arkasında, içinde ancak çömelmiş olarak oturmağa müsait bir kafese konulmuş bir mahpus bulunuyordu.
büyük boyut için tıklayın

Bu adam, Matakit’ti.

Bedbaht zenci Cyprien’i görüp tanıyınca:

— Siz!... Siz misiniz, küçük baba? diye bağırdı. Beni buradan götürünüz!... Beni kurtarınız!... Griqualand’a dönmek istiyorum. Şu zalim Tonaia’nın beni yemeden evvel hazırladığı korkunç işkenceyi bekliyerek bu kafes içinde tavuk gibi kalmaktansa, Griqualand’ta asılmağı tercih ediyorum!

Bu sözler o kadar acıklı bir sesle söylenmişti ki, Cyprien, zavallı zenciyi dinlerken çok müteessir olmuştu.

— Pekâlâ Matakit! diye cevap verdi. Serbest bırakılman için müsaade alacağım; fakat, ancak elması teslim ettikten veyahut yerini söyledikten sonra bu kafesten dışarı çıkabileceksin...

Matakit:

— Elmas mı? diye bağırdı. Ne elması, küçük baba!... Bende elmas yok!... Hiç bir vakit görmedim!... Yemin ederim!

Zenci, bu sözleri öyle bir sesle, hakikati ifade etmek için öyle bir tavırla söylüyordu ki, Cyprien, artık şüphe edemiyeceğini anlıyordu. Esasen, Matakit’in böyle bir hırsızlığın faili olacağına bir türlü akıl erdirememişti.

— Elması sen çalmadığın halde neden kaçtın? diye sordu.

— Neden mi, küçük baba? dedi. Çünkü, arkadaşlarım arasında değnek tecrübesi yaptığım vakit, hırsızın benden başkası olamayacağı ve şüpheleri üzerimden atmak için böyle bir hileye baş vurduğum söylendi! Griqualand’ta bir zenci suçlandırıldı mı, sorguya çekilmeden çabucak mahkûm edilir ve asılır!... Bunu gayet iyi biliyorsunuz!... Ne yapayım, korktum ve bir suçlu gibi kaçtım!

Pharamond Barthès:

— Bu zavallı zencinin sözleri bana doğru gibi geliyor, dedi.

Cyprien cevap verdi:

— Ben artık şüphe etmiyorum. Fakat bilmem ki, Griqualand’a gelmesi doğru olur mu?

Sonra Matakit’e hitap ederek:

— Ben senin bu hırsızlık işinde masum olmandan şüphelenmiyorum! dedi. Fakat, Vandergaart-Kopje’de, senin masumiyetini söylediğimiz vakit belki bize inanmazlar! Oraya dönmekle talihini denemek ister misin?

Müthiş bir korku içinde kıvranıyormuş gibi görünen Matakit bağırdı:

— Evet!... Burada daha fazla kalmamak için her şeyi göze alıyorum.

Cyprien cevap verdi:

— Biz bu işi halledeceğiz. Dostum Pharamond Barthès, senin buradan çıkarılman meselesiyle meşgul oluyor!

Avcı, gerçekten, vakit kaybetmeksizin, Tonaia ile müzakere halinde bulunuyordu.

Bir aralık, zenci kralına:

— Açık konuş!... dedi. Esirini bırakmaklığın için karşılık olarak ne istiyorsun?

Kral bir lâhza kadar düşündü ve sonra:

— Bana dört tüfek, her bir silâh için on kere on fişek ve dört kese boncuk lâzım, dedi. Çok değildir her halde?

— Çoktur, hem de pek çoktur; fakat Pharamond Barthès, senin dostundur; sana hoş görünmek için her şeyi yapacaktır!

Avcı da, kendi payına bir an durduktan sonra devam etti:

— Beni dinle, Tonaia. Dört tüfek, dört yüz fişek ve dört kese boncuk alacaksın. Fakat sen de bize, Transvaal içinden geçmek üzere, bir öküz arabası, yardımcı adamlar ve yiyecek temin edeceksin.

Tonaia, memnun bir eda ile cevap verdi:

— Mesele tamam, anlaştık!

Sonra, Pharamond’un kulağına eğilip gizli bir şey söylüyormuş gibi, kısık bir sesle:

— Öküzler hazırdır, dedi. Adamlarım bu öküzlere yolda rastlıyarak buraya getirdiler. Yaptığımız muharebe iyi oldu.

Mahpus serbest bırakılmış, Pharamond Barthès, Cyprien, Matakit, mağaranın ihtişamına son bir nazar attıktan sonra, gözlerinin bağlanmasına itaat göstermişler, Tonaia’nın sarayına dönmüşler ve muahedenin bu suretle neticelenmesi dolayısiyle, bu neticeyi tes’it için büyük bir ziyafet verilmişti.

Matakit’in Vandergaart-Kopje’de hemen görünmemesi, civarda kalması, ancak kendisi için bir tehlike olmadığına kanaat getirildikten sonra genç mühendisin hizmetine tekrar girmesi kararlaştırılmıştı. Sonraları görüleceği veçhile, bu hareket tarzı hiç te lüzumsuz bir tedbir değildi.

Ertesi gün, Pharamond Barthès, Cyprien, Li ve Matakit, mükemmel bir kafile halinde Griqualand’a doğru hareket etmiş bulunuyorlardı. Artık, hayale kapılmanın, ümit beslemenin yeri yoktu! Cenup Yıldızı ebediyen kaybolmuştu. Mister Watkins, o büyük elması, İngiltere’nin en güzel mücevheratı arasında parıldamak üzere Londra’ya gönderemiyecekti!

önceki bölümiçindekilersonraki bölüm