CENUP YILDIZI

Jules Verne




XIII


Dört seyyah, Potchefstrom’a gelince, yapılan tarife göre Matakit olduğu tahmin edilen genç bir zencinin bir gün evvel şehirden geçmiş olduğunu öğrenmişlerdi. Bu vaziyet, araştırma işine başlamış olan heyetin muvaffakiyeti için iyi bir tesadüf, güzel bir şanstı. Yalnız pek iyi olmıyan bir haber alınmıştı ki, bu da, firarinin bir deve kuşiyle çekilen iki tekerlekli hafif bir araba temin etmiş olması idi. Bu takdirde, ona yetişmek bir hayli güç olacaktı.

Gerçekten, gerek mukavemet, gerekse sür’at bakımından bu hayvanlar kadar iyi yürüyen hiç bir hayvan olamazdı. Şunu da ilâve edelim ki, Griqualand’da dahi, yük çeken deve kuşları çok azdı. İşte bunun içindir ki, ne Cyprien, ne de arkadaşları, Potchefstrom’da bu hayvanlardan bir tanesini dahi bulamamışlardı.

Vaziyete göre, Matakit’in şimal yolunu takip ettiği anlaşılıyordu. Dört seyyah için, firariyi kabil olduğu kadar sür’atle takibe hazırlanmaktan başka yapılacak bir iş kalmıyordu. Halbuki, firari, yüksek bir sür’atle ve fazlasiyle ilerliyordu. Bununla beraber, bir deve kuşu takatinin de nihayet bir haddi vardı. Matakit, ne olursa olsun, durmak zorunda kalacak ve belki de bir hayli zaman kaybedecekti.

Seyyahlardan her birinin yalnız başına hareket etmesi lüzumu karşısında, bir ata sahip olmak bir zaruretti.

Cyprien, pazar sırasında, henüz üç yaşında güzel ve kuvvetli bir tay bulmuştu. Hayvan için istenilen fiat ta gayet mutedildi. Mühendis, hayvana eğer vurdurup bedelini satıcıya ödemeğe hazırlanırken, Bardik, efendisini bir kenara çekerek:
büyük boyut için tıklayın

— Bu atı satm almak mı istiyorsun, küçük baba? diye sordu.

— Pek tabiî, Bardik! Hem ucuz, hem de güzel bir hayvan!

Genç zenci cevap verdi:

— Sana bunu hediye etseler bile almamalısın. Bu at, Transvaal’da sekiz günlük bir yolculuğa dayanamaz!

Cyprien:

— Ne demek istiyorsun? dedi. Yoksa sen de mi kehanete kalktın?

— Hayır, küçük baba, fakat Bardik, çölü iyi bilir ve sana şunu bildirmek ister ki, bu hayvan «tuzlu» değildir.

— «Tuzlu» değil mi? Bu da ne demek? Yoksa bana bir fıçı içinde salamura olmuş at almak düşüncesinde misin?

— Hayır, küçük baba, yani demek istiyorum ki bu hayvan henüz Veld hastalığı görmemiştir. Nasıl olsa bu hastalığa tutulacaktır; ölmese bile sana bir faydası dokunmıyacaktır!

Uşağının vermiş olduğu malûmattan dolayı son derecede alâkalanan Cyprien:

— Yaa!... dedi. Peki, nedir bu hastalık?

Bardik cevap verdi:

— Bu, öksürükle gelen ve gayet kuvvetli ateş yapan bir hastalıktır. Ancak bu hastalığı çekmiş atları satın almak doğru olur. Hastalığı, hayvanların vaziyetlerinden anlamak kabildir; çünkü bu gibi hayvanlar enderdir.

Böyle bir ihtimal karşısında artık tereddüde lüzum yoktu. Cyprien, satın alma işini derhal tecil etti ve bu hususta etraftan malûmat almak istedi. Herkes, Bardik’in sözlerini tasdik etti. Bu hastalık meselesi, memlekette, herkes tarafından çok iyi biliniyor ve bütün mütalâalar aynı nokta üzerinde birleşiyordu.

Genç mühendis, tecrübesizliği dolayısiyle kendisini korumak maksadiyle, daha ihtiyatlı bulunmak lüzumunu hissetti ve Potchefstrom’daki bir baytarın tavsiyelerini dinledi. Mütahassısın müdahalesi sayesinde, birkaç saat içinde kendine bir hayvan bulmak imkânı hâsıl oldu. Bulunan hayvan, bir deri, bir kemik olmuş ve bir parçacık kuyruğu kalmış kır renkte yaşlı bir attı. Ne çare ki «tuzlu» olduğu bilinen bu hayvandan başkasını bulmak pek tabii değildi. İsmi «Templar» olan bu hayvanın yorgunluk mukavemeti bakımından memleket dahilinde mühim bir şöhreti vardı. Bardik, hayvanı görüp muayeneden geçirdikten sonra memnuniyetini bildirdi.

Bardik, arkadaşı Li’nin de yardım etmesi suretiyle, arabanın ve öküzlerin idaresi işini üzerine almıştı.

Silâh meselesi de kolaylıkla halledilmişti. Cyprien, güzellik bakımından hiç bir gösterişleri olmıyan, fakat atışları mükemmel ve dolduruluşları süratli olan Martini-Henry sisteminde uzun namlulu bir tüfekle bir Remington karabinası seçmişti. Çinlinin tavsiyesi üzerine, mermileri patlayıcı olan bir hayli miktar da fişek almış ve bu vahşi hayvanlar, tehlikeli olmakta onlardan aşağı kalmıyan yerliler memleketinde ihtiyatlı hareket etmek zarureti dolayısiyle, en aşağı dört bin atışı temin edecek cephane tedarik etmişti. Cyprien, bunlardan başka iki rovelver ve bir de mükemmel av bıçağı bulmuştu.

Tedbirli Çinlinin o meşhur kırmızı sandığı daima yanında bulunuyordu. Ayni zamanda altmış metre uzunluğunda gayet sağlam bir ip te taşıyor; bu ipi ne yapacağı kendisine sorulduğu vakit, kaçamaklı bir tarzda olmak üzere:

— Başka yerde olduğu gibi, çölde de çamaşırları asmak için ip lâzım değil mi? diye cevap veriyordu.

On iki saat içinde, bütün satın alma işleri bitmişti. Su geçmez örtüler, yün battaniyeler, mutfak âlât ve edevatı, bir sürü yiyecek ve içecek maddeleri vagonun geri tarafını umumî bir depo haline getirmiş bulunuyordu. Samanla, otla doldurulmuş olan baş taraf ise, Cyprien ile yol arkadaşlarına hem yatak ve hem de sığınak vazifesini görüyordu.

James Hilton, müşterek hareket etmek hususundaki düşüncesi ile gayet isabetli bir teklifte bulunmuş oluyor ve müstemleke dahilindeki tecrübeleri dolayısiyle de, arkadaşlarına yardımı dokunuyor, Veld’in âdetleri hakkında bir sürü malûmat veriyordu.

Fakat, tam bu sıralarda, Annibal Pantalacci, araya girmek ve sözü kesmek hususunda geri kalmadı.

— Bilgilerinizi Fransıza öğretmeğe ne lüzum var? dedi. Yoksa müsabakayı onun kazanmasını mı istiyorsunuz? Ben sizin yerinizde olsam, bilgilerimi kendime saklar ve tek kelime dahi fısıldamam!

James Hilton, Napoliliye hayranlıkla bakarak cevap verdi:

— Sözleriniz çok doğru, pek yerinde!... Bunu hiç düşünmemiştim doğrusu!

Cyprien, memleketin atları hakkında öğrenmiş olduğu şeyleri Friedel’e hüsnüniyetle haber vermekte kusur etmemiş, fakat bir bilgiçlik iddiası ve hudutsuz bir inatçılıkla karşılaşmıştı. Alman, hiç bir şey dinlemek istemiyor, ne yapacağını bildiğini, kendi kafasına göre hareket edeceğini söylüyordu. Cyprien’in almaktan vaz geçtiği attan daha genç, daha canlı, kanlı bir at satın almış ve teçhizat hususunda da bilhassa balıkçılık âlât ve edevatı tedarikiyle meşgul olmuştu.
büyük boyut için tıklayın

On iki öküz tarafından çekilen vagon yola koyulmuştu. Araba kâh öküzlerin başında giden, kâh arabacı yerinde oturan Bardik tarafından idare olunuyordu. Dört süvari ise, atları üzerinde olarak, arabanın yakınında ilerliyorlardı.

Sür’atli bir müzakereden sonra, Limpopo’nun kaynağına doğru ilerlenmesi kararlaştırılmıştı. Alınan bütün malûmat, Matakit’in bu yolu takip ettiğini gösteriyordu. Zencinin, gerçekten, İngiltere müstemlekelerinden uzaklaşmak niyetinde olması halinde, başka bir yolu tutmasına imkân yoktu. Zenci, kendisini takip edenlere göre bir hayli avantaja malikti. Bir kere memleketi mükemmelen bildiği gibi, altında gayet hafif ve gayet sür’atli bir nakil vasıtası da vardı. Nereye gittiğini, en kısası olmak üzere hangi yolu tuttuğunu elbette ki çok iyi biliyor; şimal bölgeleriyle alâkası olması dolayısiyle de, icap ettiği takdirde, yiyecek ve sığınacak bir yer bulmak üzere her türlü yardım ve himayeyi göreceğinden emin bulunuyordu. Hattâ kendisini takip edenlere karşı olmak üzere yerliler üzerindeki nüfuzundan istifade etmesi ve elbette silâhla taarruzda bulunması pek âlâ ihtimal dahilinde idi. Cyprien ile yol arkadaşları, biribirlerinden ayrılmak istedikleri halde, hep beraber bulunmanın ve birbirlerine yardım etmenin lüzumunu gitgide daha iyi anlıyorlardı.

Onların cenuptan şimale doğru geçecekleri Transvaal arazisi, Cenubî Afrika’nın bu geniş bölgesi, Vaal ile Limpopo arasında, batıda Drakenberg dağları, doğuda İngiliz müstemlekesi Natal, Zulular diyarı ve Portekiz müstemlekesi olmak üzere, otuz bin hektarlık bir sathı teşkil ediyordu.

Kap’ın eski Holandalı yurtdaşları olan Boerler tarafından on beş, yirmi yıl içinde kolonize edilmiş olup yüz bin beyazdan fazla ziraatçı ahalisiyle mühim bir varlık olan Transvaal, Büyük Britanya’nın iştihasını kabartmış ve 1877 yılında Kap müstemlekesine ilhak olunmuştur. Fakat müstakil kalmakta ısrar eden Boerlerin devamlı isyanları, bu güzel memleketin mukadderatını hâlâ şüpheli bir vaziyette bırakmaktadır.

Burası, Afrika’nın en şirin, en münbit, en sıhhî mıntakalarindan biridir. Keşfedilmiş olan altın madenleri, İngiltere’nin Transvaal hakkında siyasî düşüncelerinin fiilî vaziyete getirilmesine başlıca âmil olmuş gibidir.

Bu memleket, coğrafya bakımından, bizzat Boerler ile başlıca üç bölgeye ayrılmıştır ki, bu bölgeler de, yukarı kısım yahut Hooge-Veld, dağlık kısım yahut Banken-Veld ve çalılık kısım yahut Bush-Veld’tir.

Yukarı kısım denilen bölge, cenupta bulunmaktadır. Drakenberg’den ayrılarak batıya ve cenuba doğru giden dağ silsilelerinden teşekkül etmiştir. Burası, iklimi soğuk ve sert olan Transvaal madenleri bölgesidir.

Banken-Veld, münhasıran ziraat memleketidir. Birinci bölgenin şimalinden uzamak suretiyle derin vadileri, bir sürü su mecraları ve daima yeşil ağaçları olan bu kısım arazide, Holandalı ahalinin mühim bir ekseriyeti bulunmaktadır.

Bush-Veld ise, çalılık ve ormanlık dolayısıyla mükemmel bir av bölgesidir ki, bu da, şimale doğru olmak üzere, Limpopo kıyılarına kadar geniş ovalar halinde uzamaktadır.

Seyyahlar, Banken-Veld’de bulunan Potchefstrom’dan hareket ettikten sonra, Bush-Veld’e varmadan evvel, bu mıntakanın en büyük kısmını mailen geçmek suretiyle yola koyulmuşlardı.

Transvaal’ın bu birinci kısmı, pek tabiî olarak, geçilmesi gayet kolay bir bölgesi olmuştu. Seyyahlar, henüz yarı medenî bir halde olan bir memleket içinde bulunuyorlardı. Yoldaki en büyük arızalar, ya bir tekerleğin çukura batması veyahut ta bir öküzün hastalanmasından ibaret kalıyordu. Yaban ördekleri, keklikler, karacalar, yol üzerinde pek bol olarak meydana çıkıyorlar ve her gün, öğle, akşam yemeklerini mükemmelen temin ediyorlardı. Geceler, senenin dörtte üçünü dünyadan elini eteğini çekmiş kimselerin oturduğu her hangi bir çiftlikte geçiriliyor ve çiftçiler, kendilerine gelen bu misafirleri daima samimî bir sevinçle karşılıyorlardı.

Her tarafta Boerlere tesadüf olunuyor ve bu insanların ne kadar misafirperver, ne kadar ikramcı ve ne kadar da menfaat duygularından uzak kimseler oldukları görülüyordu. Memleketin usul ve teamülüne göre, ahaliden her hangi bir kimsenin evinde kalındığı zaman, gerek yolcuların yatması, gerekse hayvanların barınması için, onlara ücret olarak bir hediye verilmektedir. Fakat onlar böyle bir hediyeyi daima reddederler ve hattâ yolcuların hareketinde kendilerine, un, portakal, kuru kayısı vererek bunların mutlaka kabul edilmesi için ısrarda bulunurlar. Eğer onlara, hizmet karşılığı olmak üzere bir şey bırakmak istenilirse, bu bırakılan şeyler, kıymet itibariyle gayet düşük olan her hangi bir av âleti, bir kırbaç, bir barut kutusu vesaireden ibaret kalmaktadır.

Bu mert ve iyi kalpli insanlar, geniş ve sessiz arazileri içinde oldukça tatlı bir hayat sürerler; o kadar fazla gayret sarfetmeğe lüzum kalmadan sürülerinin mahsulleriyle yaşarlar, yiyeceklerini temin edecek kadar mahsul almak üzere, bir takım zencilerin yardımiyle toprağın bir kısmını ekerler.

Evlerinin inşaat tarzı çok basittir. Topraktan yapılan bu evlerin damları samanla örtülü bulunmaktadır. Eğer yağmur duvarlarda gedikler açacak olursa, — ki bu hal ekseriya vukua gelir — buna bulunacak çare, elde hemen hazırdır. Böyle bir vaziyet karşısında bütün aile, balçık çamurunu yoğurarak bir yığın vücuda getirirler; sonra, kızlarla oğlan çocukları, bu çamurları avuçlarına alarak, açılan yerleri bir çamur bombardımanına tutarlar ve gedikleri derhal kapatırlar.

Bu evlerin içinde, tahta iskemleler, kaba saba masalar, büyükler için karyolalar gibi bazı eşyalar bulunur ve çocuklar, koyun postları üzerinde yatmakla iktifa ederler.

Bununla beraber, bu basit ve iptidaî hayatın içinde san’atın bir yeri bulunmaktadır. Hemen hemen hepsi müzisyen olan bu Boerler, keman yahut flüt çalmaktadırlar. Danstan son derecede hoşlanırlar; kendilerini münasip zamanlarda eğlenceye vermek istedikleri ve bir araya gelmeleri icap ettiği vakit, ne manialara, ne de yorgunluklara kulak asmıyarak bazan yirmi fersahlık mesafelerden koşup gelirler.

Kızları gayet mütevazidir ve Holanda köylüsüne mahsus sade süsleri içinde ekseriya çok güzeldirler. Bu kızlar, varacakları erkeklere bir düzine kadar sığır veya keçi, bir araba veyahut ta buna benzer başka bir servetle drahoma vererek çok genç yaşta evlenmektedirler. Koca, evin inşası işini üzerine alır; evin civarını ziraate elverişli bir hale getirir ve aile yuvası bu suretle kurulmuş olur.

Boerler, dünyanın hiç bir tarafında görülmemiş bir halde, en ihtiyarlık çağına kadar yaşarlar ve yüz yaşına gelmiş kimselerden pek çoklarına tesadüf olunur. Gençlik çağına gelince, boyları harikulade derecede uzar.

Seyahat kazasız, belâsız olarak devam ediyordu. Seferî heyet, hemen her akşam bir çiftlikte kalıyor ve Matakit hakkında malûmat alınıyordu. Zencinin, önce, iki, üç gün evvel, sonra, beş, altı gün evvel, daha sonra da, yedi, sekiz gün evvel deve kuşiyle beraber sür’atle geçtiğinin görülmüş olduğu her tarafta söyleniyordu. Elbette ki, zencinin izi üzerinde bulunuluyor ve yine elbette ki, onun, kendisini takip edenleri gitgide daha geride bırakmak suretiyle yol aldığı anlaşılıyordu.

Zencinin peşine düşmüş olan dört adam, ona mutlaka yetişeceklerinden emin bulunuyorlar; çünkü firarinin, ne olursa olsun, mutlaka duracağını düşünüyorlardı. Onun ele geçmesi nihayet bir zaman meselesi idi.

Bu itibarla, Cyprien ile üç yol arkadaşı, yorulmadan, üzülmeden rahat rahat yollarına devam ediyorlar; kendilerini yavaş yavaş zevk ve eğlencelerine veriyorlardı. Genç mühendis taş parçaları toplamakla meşgul oluyor; Friedel, nebatlar üzerinde tetkikatla vakit geçiriyor; Bardik ile Li’nin canını sıkan Annibal Pantalacci ise, yapmış olduğu tatsız şakaların kusurlarını mola verildiği zamanlarda hazırladığı nefis makarna yemekleriyle affettiriyordu. James Hilton, kervanın, av eti ihtiyacını temin için, hiç bir gününün yarısını, bir düzine keklik, bıldırcın veyahut bir ceylân vurmadan geçirmiyordu.

Nihayet, merhale merhale devam eden bir yolculuktan sonra, bu suretle Bush-Veld’e varılıyordu. Artık, çiftlikler seyrekleşiyor ve hattâ büsbütün ortadan kalkıyordu. Vaziyete göre, medenî âlemin son hududuna varılmış bulunuluyordu.

Bu noktadan itibaren, her akşam kamp kurulması, büyük ateşler yakılması, civarı gözden uzak tutmamak suretiyle, uyumak için hem seyyahların ve hem de hayvanların bu ateş etrafına yerleşilmesi lâzım geliyordu.

Diyarın manzarası gitgide vahşi bir hal alıyordu. Sarımtırak kumlu ovalar, dikenli çalılarla dolu ormanlar, arada sırada tesadüf olunan bataklıklar, Banken-Veld’in zümrüt gibi yeşil vadileri yerine kaim oluyordu. Bazan, boyları üçle beş metre arasında değişen dikenli ağaçlardan teşekkül etmiş ormanlara giriliyor ve bu ağaçlardan korunmak icap ediyordu.

Bush-Veld’in bu dış kısmına umumiyetle Arslanlar Veld’i adı veriliyorsa da, bu bölge, bu korkunç isme pek lâyık değilmiş gibi görünüyordu. Zira, üç günlük seyahatten sonra, bu yırtıcı hayvanlardan hiç biri görülmediği gibi, her hangi birinin izine de tesadüf edilmemiş bulunuyordu.

Cyprien, kendi kendine:

«Bu isim, hiç şüphesiz, bir an’ane olacak... Yahut arslanlar çöle doğru çekilmiş olacaklar!» diyordu.

Bir aralık, bu düşüncesini James Hilton’un karşısında söylerken, İngiliz gülmeğe başladı ve:

— Buralarda arslan olmadığını mı zannediyorsunuz? dedi. Sizin bu vaziyetiniz onları görmeği bilmediğinizden ileri geliyor!

Cyprien oldukça alayla bir eda ile cevap verdi:

— Çıplak bir ova ortasında bir arslanı görmemek!... Şaşılacak şey doğrusu!...

James Hilton:

— Şu halde, bir saate varmadan, sizin göremediğiniz bir arslanı göstereceğime on İngiliz lirası üzerinden bahse girerim, dedi. Nasıl, kabul ediyor musunuz?

Cyprien:

— Ben, prensip itibariyle bahse tutuşmam, diye cevap verdi. Tecrübe bedava olsun da, görelim bakalım!

Yirmi beş, otuz dakika kadar yüründü; hiç kimse arslanları düşünmez bir halde iken, James Hilton, birdenbire yüksek sesle:

— Baylar, dedi, sağ tarafta şu yüksek karınca yuvasına bakınız!

Friedel cevap verdi:

— Zaten, iki, üç gündenberi başka şey görmiyoruz ki!...

Hakikaten, ova üzerinde böyle büyük tümseklere sık sık rastlanıyordu.

James Hilton, için için gülmeğe başladı.

— Mösyö Méré, dedi, şu parmağımla gösterdiğim karınca yuvasına yaklaşmak suretiyle hayvanınızı dört nala sürecek olursanız, görmek arzusunda olduğunuz şeyi görebileceğinizi size temin edebilirim! Yalnız, çok yaklaşmayınız, fena bir vaziyette kalırsınız!

Cyprien, hayvanını sürdü ve James Hilton’un karınca yuvası dediği mahalle doğru yollandı.

Cyprien’in uzaklaşması üzerine, Alman:

— Şurada, gösterdiğiniz yerde bir arslan ailesi mi kamp kurmuş? dedi. Şu sarımtırak yığınlardan birinin karınca yuvasından başka bir şey olmadığı muhakkaktır!

Pantalacci de:

— Yaklaşmaması için tavsiyede bulundunuz, değil mi? diye alaylı bir tarzda bağırdı.

Sonra, Bardik ile Li’nin kendisini dinlediklerini görerek:

— Fransız, bir hayli korkacak ve biz de oldukça güleceğiz, dedi.

Napolili yanılıyordu. Cyprien, onun dediği gibi, öyle kolay kolay korkacak bir adam değildi. Gideceği yere iki yüz adım kala, karşılaştığı karınca yuvasının ne müthiş bir yuva olduğunu derhal gördü. Kediler gibi toprak üzerine yatarak güneş altında rahat rahat uyuyan, bir erkek ve bir dişi arslanla üç yavru görünüyordu.

Templar’ın çıkardığı nal sesleri üzerine, erkek arslan, gözlerini açtı, iri başını kaldırdı, iki sıra halindeki müthiş dişleri arasında, on yaşındaki bir çocuğu tamamen yutabilecek kadar muazzam bir girdap olan ağzını göstererek esnedi. Sonra, kendisinden yirmi adım ötede durmuş olan süvariye baktı.

Bereket versin ki, bu müthiş hayvan aç değildi. Çünkü aç olmadığı takdirde, bu kadar kayıtsız kalmasına imkân olamazdı.

Cyprien, elinde karabinası olduğu halde, arslan hazretlerinin keyfi yerine gelsin diye iki, üç dakika kadar bekledi. Fakat, hayvanın düşmanlık etmek niyetinde olmadığını görünce, bu enteresan ailenin saadetini berbat etmeğe gönlü razı olmıyarak geri döndü ve arkadaşlarının yanına vardı.

Mühendisin soğukkanlılık ve cesaretini görmek, takdir etmek zorunda kalmış olan arkadaşları, onu alkışlarla karşıladılar.

Cyprien, sadece:

—  Bahsi kaybettim, Mister Hilton. dedi.

Aynı günün akşamı, Limpopo’nun sağ kıyısı üzerinde mola verildi. Friedel, bu mevkide, James Hilton’un itirazî fikirlerine rağmen balık tutma arzusunda inat etti.

James Hilton:

— Arkadaş, dedi. Bu yaptığınız iş sıhhate muzırdır! Şunu bilmeniz icap eder ki, insan Bush-Veld içinde olduğu vakit, güneş battıktan sonra, ne su kenarında kalmalı ve ne de...

Alman, milliyetine mahsus bir inatçılıkla cevap verdi:

— Adam sende! Ben nelerini gördüm!

Annibal Pantalacci, yüksek sesle:

— Bir su kenarında bir, iki saat kalmaktan ne çıkar? dedi. Ördek avına çıktığım vakit, koltuklarıma kadar sulara girerek yarı günü bu tarzda geçirmedim mi?

Friedel’in yanı başında olan James Hilton:

— Her zaman aynı şey olmaz! diye ısrar etti.

Napolili cevap verdi:

— Azizim Hilton, ne diye itiraz ediyorsunuz? Ben şu makarnayı hazırlarken, arkadaş ta bize balık tutar. Yemeğimizde bir değişiklik olur!

Friedel, başka bir söz dinlemek istemiyerek su kenarına gitti. Oltasını sulara atmasından sonra o kadar vakit geçti ki, kampa döndüğü zaman gecenin karanlığı bastırmıştı.

İnatçı balıkçı yemeğini iştiha ile yedi ve tutmuş olduğu balıklar herkesi memnun etti; fakat vagon içine girip arkadaşlarının yanına uzandığı vakit, bütün vücudunu kuvvetli bir titreme aldı ve bir hayli inledi.

Ertesi gün, şafak vakti, hareket için kalkıldığı vakit, Friedel, müthiş bir humma içinde yatıyor ve ata binmesine imkân olmıyacak bir halde bulunuyordu. Bununla beraber, araba içindeki samanlar üzerinde yatmakla daha iyi yapacağını söyliyerek yola çıkılmasını istedi. Dediği gibi yapıldı.

Öğle vakti, Friedel’in hezeyan halinde olduğu görüldü.

Saat üçte öldü.

Bu çok çabuk netice karşısında şaşırıp kalan Cyprien, Annibal Pantalacci’nin yapmış olduğu kötü tavsiyeler dolayısiyle, bu hâdisede en ağır mesuliyetin bu adamın üzerinde kaldığını düşünmekten kendini alamadı. Mühendis, bu fena neticenin müsebbibini tayin ederken, onun mütalâasına hiç kimse kulak asar gibi görünmüyordu.

James Hilton, yalnız:

— Görüyorsunuz ki, gece olduktan sonra su kenarında dolaşmamanın lâzım geldiğini söylemekte haklı imişim! diye tekrarlamakla iktifa ediyordu.

Kadavranın toprağa gömülmesi ve zarurî olarak vahşi hayvanların keyfine bırakılması için bir müddet duruldu.

Ölen kimsenin bir rakip ve hemen hemen bir düşman olmasına rağmen, Cyprien, son vazifesini yaparken, derin bir teessür duymaktan kendini alamadı. Her yerde daima büyük, daima mühim olan ölümün bu manzarası, çöle yeni bir haşmet veriyordu. İnsan tabiatla başbaşa kaldığı vakit, hayatın çekinilmesine imkân oimıyan sonunun neden ibaret olduğunu çok iyi anlıyordu. Cyprien, ailesinden, bütün sevdiklerinden uzak olduğu için, kafası daima onları düşünüyor; kendisinin de belki yarın, bir daha ayağa kalkmamak üzere geniş ovada yere düşeceğini, bir avuç kumla üstünün örtüleceğini, üzerine çıplak bir taş dikileceğini ve son saatinde de, ne bir kız kardeşin veya annenin gözyaşlarına, ne de bir dost veya arkadaşın teessürlerine muhatap olamadan gürleyip gideceğini kendi kendine söylüyordu. Arkadaşının bu feci akıbetinden dolayı duyduğu acı ona kendi vaziyetini bu suretle hatırlatıyor ve karşısında durduğu mezara biraz da kendisinin girmiş olduğunu zanneder gibi oluyordu.

Bu hazin merasimin ertesi günü, vagonun geri tarafına bağlanmış olan Friedel’in atı, Veld hastalığına yakalanmış bulunuyor ve bu atın bırakılması lâzım geliyordu.

Zavallı hayvan, sahibinden sonra, ancak birkaç saat kadar yaşamış oluyordu.

önceki bölümiçindekilersonraki bölüm