CENUP YILDIZI

Jules Verne




XXIV


Genç mühendisin bu isteği herkesin üzerinde mühim bir tesir yaptı. Yarı vahşi olan tabiatleri itibariyle ne kadar az hassas olurlarsa olsunlar, John Watkins’in bu davetlileri, hâdiseyi alkışlamaktan kendilerini alamadılar.

Gözleri inik, kalbi çarpıntı içinde olan Alice, babasının yanı başında sessizce duran genç adamın teklifini hayretle karşılamayan yegâne kimse idi.

Bu müthiş darbenin altında ezilmiş bir halde olan bedbaht çiftçi, başını kaldırmıştı. Kızını vereceği Cyprien’in nasıl bir insan olduğunu ve bu adamın Alice’in istikbalini ve saadetini nasıl temin edeceğini bilmiyor değildi. Fakat bu evlenmeye razı olduğunu gösterir ne bir söz söylüyor, ne de bir imada bulunuyordu.

Cyprien, şimdi, hissiyatına mağlûp olarak sevgisinden doğan bir şevkle herkesin karşısında yapmış olduğu bu tekliften dolayı mahcubiyet duyuyor ve benliğine biraz daha hâkim olamadığından dolayı da kendi kendine kızıyordu.

Jacobus Vandergaart, bu sıkıntılı vaziyet içinde, çiftçiye doğru bir adım attı.

— John Watkins, dedi, zaferimi suiistimal edecek ve bundan hoşlanacak kadar düşük tıynette bir insan değilim... Ben, mağlûp ettikleri düşmanlarını ayakları altında çiğniyen kimselerden de değilim!... Eğer hakkımı iddia etti isem, her insanın daima yapmak zorunda olduğu bir işi yapmışımdır! Tecrübeme istinaden ve avukatımın da tekrar ettiği bir söze göre, çok sıkı kanunların bazan adaletsizliğe yol açtığını biliyorum. Bu itibarla işlemedikleri hataların yükünü masumlara taşıtmağı hiç bir vakit istemem!... Ben bu dünyada yalnız başıma bir insanım... Aynı zamanda bir ayağım da çukurda demektir!... Taksim etmeğe imkân bulamadığım takdirde bu kadar büyük servet benim neme gerek?... John Watkins, şu iki çocuğun birleşmesine razı olursanız, benim hiç bir işime yaramayacak olan şu Cenup Yıldızı’nı drahoma olarak kabul etmelerini çocuklardan rica edeceğim!... Bundan başka, onları kendime varis yapmağı taahhüt ediyorum. Bu takdirde, güzel kızınıza istemiyerek yapmış olduğum haksızlığı, hiç olmazsa, bu suretle tamir etmiş olurum!

Bütün nazarlar John Watkins’e çevrilmişti. Adamın gözlerinden yaşlar boşanıyor ve titrek eliyle gözlerini örtmeğe çalışıyordu.

Nihayet bütün varlığını sarsan kuvvetli bir hissiyatın doğurduğu heyecanı zapta muvaffak olamıyarak:

— Jacobus Vandergaart!... diye bağırdı. Siz mert bir insan imişsiniz... Şu iki çocuğun saadetini temin ederek, size yapmış olduğum fenalığın intikamını asil bir hareketle almış oldunuz!

Ne Alice, ne de Cyprien, verecekleri cevabı bilmiyorlar; fakat her ikisinin de gözleri her şeyi izah ediyordu.

İhtiyar adam elini düşmanına uzatıyor ve Mister Watkins bu eli hararetle sıkıyor ve orada bulunan kimselerin gözleri sulanıyordu.

John Watkins’in yüzü tamamen değişiyor ve hayırsever bir insan tipini alıyordu.

Jacobus:

— Artık her şeyi unutalım, dedi. Şayet nahiye müdürümüz müsaade ederlerse, çocukların saadeti için içebiliriz!

Nahiye müdürü gülerek:

— Bir nahiye müdürü, yüksek alkollü içkilerin satışına mâni olmak üzere bazan vazife alabilir; fakat istihlâke kat’iyen karışmaz, dedi.

Keyifli keyifli söylenen bu söz üzerine, şişeler dolaşmağa ve yemek salonu içinde tekrar samimî bir hava esmeğe başladı.
büyük boyut için tıklayın

Jacobus Vandergaart, John Watkins’in sağ tarafına oturarak, onunla beraber istikbal hakkında plânlar kuruyordu.

— Hepsini satacağız ve çocuklarla beraber Avrupa’ya gideceğiz! diyordu. Onların yakınına yerleşeceğiz ve çok güzel günlerimiz olacak!

Alice ile Cyprien, yanyana oturmuşlar, hafif bir sesle muhavereye dalmışlardı.

Hava, gitgide sıcak bir hal alıyor; ağır bir sıcak, dudakları kurutuyor; pencerelerin ve kapıların açık bırakılmış olması bir fayda vermiyor; şamdanlardaki mum alevlerini kımıldatan hiç bir rüzgâr esintisi hissedilmiyordu.

Herkes, havanın bu kuvvetli tazyiki dolayısiyle, şiddetli bir boranın patlıyacağını hissediyorlardı.

Birdenbire, yüzler üzerinde yeşilimtırak bir renk husule getiren bir şimşek ve hemen arkasından bir gök gürültüsü duyuldu. Bütün bu tabiat hâdiseleri, konserin başlıyacağını bildirdi. Bir aralık, salonda aniden sert bir rüzgâr esti ve ışıkları söndürdü. Bundan sonra tufan başladı.

Thomas Steel, pencereleri çabucak kapayıp mumları yaktığı bir sırada:

— Gök gürültüsünden hemen sonra kuru bir ses, kırılan bir cismin sesini andırır küçük bir ses işitmediniz mi? diye sordu.

Bütün gözler, gayri ihtiyari olarak Cenup Yıldızı’na çevrildi.

Elmas kaybolmuştu.

Halbuki, elması muhafaza eden demir kafesle cam küre yerlerinden kıpırdamamışlardı. Binaenaleyh her hangi bir kimsenin elmasa el sürmüş olması imkânsızdı.

Hâdise çok acaip gibi görünüyordu.

İleriye doğru eğilmiş olan Cyprien, elmasın kadife yastık üzerindeki yerinde bir nevi gri renkte toz bulunduğunu görünce şaşkınlıktan doğan bir sesi tutamadı ve vukua gelen hâdiseyi bir kelime ile izah etti:

— Cenup Yıldızı patladı! dedi.

Griqualand’da bulunan herkes, bu diyarın elmaslarına mahsus bir hastalığı çok iyi biliyorlardı. Bu elmaslar, kıymetlerinden kaybettikleri için, hariçte pek rağbet görmüyorlardı. Hâdisenin mahiyeti kolayca anlaşılamıyordu. Sebebi bilinmiyen bir molekül faaliyetini müteakip, bu taşlardan en kıymetli olanları, bazan basit kestane fişeği gibi patlıyorlardı. Böyle bir vaziyet olunca elmasın yerinde tozdan başka bir şey kalmıyordu.

Genç mühendis, muhakkak ki, kendisi için muazzam bir zararı düşünmekten daha ziyade hâdisenin fennî tarafiyle alâkadar oluyordu.

Mühendis, herkesin hayret içinde bulunduğu bir sırada:

— İşin garip tarafı, bu taşın malûm olan şartlar dahilinde patlamaması ve bu işi yapmak için de bugüne kadar beklemiş olmasıdır! dedi. Elmaslar, umumiyetle, ergeç böyle bir tehlikeye maruzdurlar; hattâ tıraş edildikten on gün sonra bu hâdise husule gelmektedir. Öyle değil mi, Mösyö Vandergaart?

— Çok doğru ...Ben hayatımda ilk defa olarak, bir elmasın tıraştan üç ay sonra patladığını görüyorum! Cenup Yıldızı da mahvolup gitti. Bu felâkete mâni olmak için, taşın üzerine hafif bir yağ tabakası sürülmesinin kâfi geleceğini düşünüyorum.

Cyprien, güçlüğü yenecek çareyi bulmuş bir adamın memnuniyeti ile:

— Bu takdirde, her şey izah olunur! dedi. Dada’nın kursağı hiç şüphe yok ki, elması muhafaza etti ve elmas bugüne kadar aynı şekilde kalabildi! Şu mübarek elmas, dört ay evvel patlamış olsaydı da, biz de boşu boşuna Transvaal içinde dolaşıp durmasaydık!

Bu esnada, keyfi kaçıp bir hayli rahatsız olduğu hissedilen John Watkins’in koltuğu üzerinde sallandığı görüldü.

John Watkins, infialden yüzü kıpkırmızı olarak:

— Böyle bir felâketi ne kadar da tabiî karşılıyorsunuz? dedi. Hepiniz şurada bulunuyorsunuz; elli milyonun tıpkı basit bir sigara gibi kül olduğunu gördünüz!

Cyprien cevap verdi:

— Bu hal, filozof olduğumuzu gösterir... Kâmil olmak lüzumu hâsıl olunca, bundan daha güzel vesile mi olur?

Çiftçi cevap verdi:

— Siz istediğiniz kadar filozof olabilirsiniz; fakat ne de olsa elli milyon nihayet elli milyondur. Böyle bir servet kolay kolay ele geçirilemez ve feda edilemez. Jacobus, siz bana bugün, hiç farkına varmadan bir hizmette bulunmuş oldunuz! Eğer Cenup Yıldızı elimde olmuş olsaydı; öyle zannediyorum ki, ben de bir kestane fişeği gibi patlıyacaktım.

Cyprien, yakınına oturmuş olan Mis Watkins’in taze ve güzel yüzüne sevgi dolu nazarlarla bakarken:

— Ben bu akşam o kadar kıymetli bir elmas kazandım ki, başka elmasların kaybolması beni katiyen alâkadar etmez! dedi.

Üstüste gelen bütün bu hâdiseler, ıstıraplı heyecanlar, servetinin yok olması ve bunun arkasından da Cenup Yıldızı’nın kayboluşu, John Watkins’i fena halde sarsmıştı. Jacobus Vandergaart, bu mükemmel adam, ona istikbal hakkındaki plânlarını anlattığı, Kopje’yi müşterek malları gibi telâkki ettiği halde, gururundan, tek başına mal sahibi olmak sevdasından, hodbinliğinden ve bütün itiyatlarından dolayı yaralanmış olan John Watkins, artık kendine mahvolmuş bir insan nazarile bakıyordu.

Bir akşam, Alice ile Cyprien’i yanına çağırdı; iki gencin ellerini biribirine verdi ve tek kelime söylemeden ruhunu teslim etti. Sevgili yıldızından sonra ancak on beş gün yaşamıştı.

Bu adamın serveti ile o garip taşın mukadderatı arasında sıkı bir münasebet var gibi idi. Tesadüfler, akıl çerçevesi dahilinde mütalâa olunmaksızın bir nevi ölçü esasına göre aşağı yukarı izah edilebiliyorsa da, bu husustaki batıl itikat fikirleri Griqualand’da ağızdan ağıza dolaşıyordu. Cenup Yıldızı’nın sahibine felâket getirdiğini herkes söylüyordu.

Fakat, kamptaki bazı geveze kimselerin göremedikleri bir şey vardı ki, o da, bu felâketteki esaslı sebebin John Watkins tarafından bizzat işlenmiş olan hatalarda mevcut oluşu idi. Bu dünyada öyle bedbahtlar vardır ki, bütün işlerini esrarengiz bir kötü talih ile hesaplarlar. İşin derin tarafına inilecek olursa, onların biricik sebep olarak ele aldıkları şey, yine onların kendi fiil ve harekâtıdır! John Watkins, elmaslara karşı çok haristi, ve bu elmaslar yüzünden ölmüştü.

Birkaç hafta sonra, Cyprien Méré ile Alice Watkins’in evlenmeleri sade bir şekilde ve herkesin büyük sevinci içinde kutlanmıştı. Alice, şimdi, Cyprien’in karısı bulunuyordu. Zaten bu dünyada bundan daha fazla ne istenilebilirdi ki!...

Üstelik genç mühendis, böyle bir şeye karısı ihtimal vermediği, kendisi de hiç inanmadığı halde artık zengin olmuştu.

Gerçekten, Cenup Yıldızı’nın bulunuşundan sonra, ortada hiç bir şey yok iken, maden sahası dahilinin kıymeti nisbetsiz derecede artmıştı. Transvaal’da yaptığı seyahat esnasında, Thomas Steel, madenin işletilmesi işine devam etmiş ve bu işletmenin çok verimli olması dolayısiyle, hissesini satın almak için bir sürü teklifler gelmeğe başlamıştı. Avrupa’ya hareketinden evvel, bu hisseyi peşin para olarak yüz bin franktan fazla bir meblâğ mukabilinde devretmişti.

Alice ile Cyprien, Fransa’ya dönmek üzere Griqualand’ı terketmekte gecikmemişler; bununla beraber, yola çıkmadan evvel, Li’nin, Bardik’in, Matakit’in istikballerini Jacobus Vandergaart’ın iştirak etmek istediği iyi bir işle temin etmeği de unutmamışlardı.

İhtiyar san’atkâr, Kopje’sini eski simsar Nathan tarafından idare olunan bir kumpanyaya satarak, tasfiye işlerini bitirmiş ve Fransa’da bulunan manevî evlâtlarının yanına gitmişti.

Thomas Steel’e gelince, yirmi bin İngiliz lirasiyle Lancashire’e dönmüş olan bu adam da evlenmiş ve bir centilmen gibi tilki avına çıkmağa, her akşam bir Porto şişesini devirmeğe başlamıştı.

Vandergaart-Kopje, henüz tükenmiş değildir; her yıl Kap’tan sevkedilen elmasların beşte birini istihsale devam etmektedir. Fakat hiç bir madenci, bu elmas madenlerinde, ister iyi şans, ister kötü şans eseri olsun, başka bir Cenup Yıldızı bulamamaktadır!

S O N


önceki bölümiçindekiler